28 Aralık 2013 Cumartesi

şuydu bildiğim; dinlediğim şey ne olursa olsun, söylendiği üslup belirliyordu duygu durumumu. meğer içerik ne kadar da önemliymiş. aslında buraya bile yazasım yok ne olduğunu. hitabet gücü değilmiş önemli olan, onu bilin ama.

27 Aralık 2013 Cuma

yanlış

İnsanlara ya da siz artık nasıl hitap ediyorsanız onlara (tuzsuz aşı da katmak yanlış olmaz buna), onlara verilen değer ya da önemin yanlışlığı üzerine;

Büyük yanlış.

23 Aralık 2013 Pazartesi

tesadüf mü yoksa tevafuk mu?

ben, sokakta yürürken sigaran için ateş isteyebileceğin herhangi bir adam olabilirim ama, sigara senin için önemli olmasa da, ateş; bazıları için çok şey ifade eder. dikkat et kimden ne istediğine.

21 Aralık 2013 Cumartesi

olmaz bir iş imiş.

Ben adam olmam. madam da, yapmayın şöyle espriler hemen. neyse, az önce çok değişik bir şey öğrendim. bunun aşk ya da bahsedildiği üzere sevgi ile falan alakası yok. bu, yedirememek. ilk kez gelmiyor başıma ama yine aynı mallığı yapıyordum ki, dedim ya önceden de, döndüm. ağlasam geçer mi bu? geçmez. geniş zamanlı kullanma diyeceğim de geniş zamanlı oluyor değil mi bu iş? saçmalamayın, ben acı çekmiyorum sadece yediremedim kendime hepsi bu.
neden yediremedim çünkü karnım o kadar süredir açtı ki bu yemeğe, elinde salatalık olana hemen tuz ile koştum gittim.

şimdi diyeceksin ki bu aslında senin çektiğin yedirememek, şu, bu falan değil diye ama yanılıyorsun. neden? çünkü gerçekten kendime nasıl kapılayazdığımı anlatamıyorum. kimse yok buralarda, ondan. O'nunla alakası yok, onun için anlamında. için de değil hani onunla alakası yok yani. bak yine o dedim. kurtulamıyorum, her yerde.

kendine gel lan kendine. katren kimsenin umurunda olmaz. ne umuru, sikinde bile olmaz.

az önce, dedim ya, çok değişik bir şey öğrendim. ben öğrendim. öğrenmeyi her şeyden üstün tutan ben, lanet ettim okumayı öğrendiğim güne. bu, ilk olmuyor. dedim ya bir kere daha başıma gelmişti diye. öğrenememişim demek ki. sanki siz olsanız öğreneceksiniz.

şimdi sanıyorsunuz ki bu adamın işi gücü acı çekmek. alakası yok. sanıyorsunuz ki, işi gücü birini sevmek. bak bu olabilir, böyle oturup bir güzel sevmek güzel olabilirdi ama hayır, benim işlerim var. para kazanmam lazım. niye? bir kaç halt kaldığı yemediğim onlar için. bak yine o dedim, hey Allah'ım.

kimin ahını aldım ki ben? kime kim ettin de giydin alları?
madem ayrılmakmış senin muradın, niye beni ateşine yandırdın?

olm içim yanıyor lan, niye siz de bilmiyorsunuz? böyle elime megafon alıp herkese duyurmak istiyorum. çıkarıp ortaya koyup bu koru, alayınıza bakın amk diyesim geliyor.

benden size tavsiye. kendi gelse de, gözünüz tutmazsa yani sizden önce biri varsa eğer ve yeni bitmişse falan sakın yanaşmayın. ikincisi, hiç yanaşmayın. üçüncüsü, hiçbir şekilde yanaşmayın. dördüncüsü, süslü püslü, boyalı, kokulu olanlara ise sakın yaklaşmayın. kadın lan bu? yaklaşılır mı öyle guard indirilip de? sallayın çoğu kadının aşk muhabbettini. bak çoğu diyorum. çünkü ben köşe başında yalnız başına içen bir kadın görmedim. sokaklarda içip içip uyuyan bir kadın görmedim. bağıra çağıra yangınını söndürmeye çalışan bir kadın görmedim. diyecekler ki, toplum baskısı; hayır, bunlar zaten akıl ile yapılan şeyler değil ki toplum baskısı sizi etkilesin.

sanıyor musunuz ki güzel bir hayat sizi bekliyor? beklemiyor emin olun. sizi berbat bir hayat bekliyor. çok para kazanın, o zaman belki bir nebze hayatınız güzel olur. güzel olursa da bilin ki, ya siz saklıyorsunuzdur ya da eşiniz bir şeyler saklıyordur sizden. evet, evet emin ol bir başkası vardır.

ölüm var ulan ölüm. bok mu var sanıyorsunuz?

ne desem boş. yapmayın desem, ki zaten ben yapmam diyorsunuzdur, yapacaksınız ilk gelenle. ilk gelenin yüzüne bile bakmadan direkt olarak dökeceksiniz eteğinizdeki taşları. taşlar ile serdiklerinizi ezip elinize geri verince göreceksiniz hanya'yı konya'yı.

gecedenemeleri, gece şiirleri ile yazılıyormuş. buradan dinleyin o zaman.



20 Aralık 2013 Cuma

az değerli, bir sigara içimlik an.

Bir hatanın ucundan döndüm. niye döndüm onu da bilmiyorum. kim döndürdü onu da. ama ben döndüm onu biliyorum. az daha bir kadına aşık oluyordum. aşk demeyelim de buna sanki az daha hayatımı altüst ediyordum. bir insan kendi hayatını altüst edebilir mi? eder. hem de kendi bile anlamaz ederken. ettikten sonra anlar.

niye yaparlar bunu? durup dururken siz, bir anda çıkıp gelirler ve giderler. komik bu. acı. tatsız. kör ediyor. koku alamıyor ve gülemiyorsunuz. çok acayip. 

ülke ne halde benim umurumda bile değil. hava soğuk üşüyorum. sigara içmeyi geçtim, okumak bile gelmiyor içimden, sen düşün halimi.

böyle, karnınızın orta yerine bir öküz oturur hani. alırken değil de verirken çok acıtır içinizi. öyledir zaten, gelirken çok güzeldir de giderken çok yakar insanı. bu insanı, yakar. bu, insanı yakar. insanı değil, koysam ortaya ne kadar fakir(!) varsa sebeplenir, ısınır.

kocaman değildir böyle ufacıktır ama koca dağlara '' eğil! '' desem, kapandırsam minnacık ayaklarına, yine bir şey yaptım diyemem.

yan değil normal bakanı bile öldürsem yine de yüreğim soğumaz.

vurup kırsam mı acaba? önce dokunmak gerekir değil mi? değil. dokunmayı geçtim, önce bir bakabilsem.

fazla aşk da aşık usandırır. yürek soğumaz olur.

siz bir ihtimali hiç dikkate almıyorsunuz. kadın sevmeyebilir bir şeyi. sizi de. kadın bu belli mi olur?

17 Aralık 2013 Salı

Boş Yazı

Baktı. Öylece baktı. Devam da ediyordu buna haliyle. Gariplik yoktu bunda.

Kıvırcıktı. Seviyordu. Ben de öyle. Uzundu, saçları. Eylül gibi yüzü vardı. Sıradandı. Bir farklılık yoktu (size/bize göre tabii). Elini kızıl bardağa dolamış, sisli biçimde düşünüyordu. Sandalyenin ucuna gelmişti, sanki yetişmeye çalıştığı idealleri vardı, anında bırakıp gidebilecekti kendisini oracıkta, öylece. Mevsim bile durmuş, onu izliyordu, yani ona öyle geliyordu. Gözlerine bakmak istedi, şimdiye kadar inmemişti derinlerine, sıradandı bu farklılık. Aşağıya doğru  süzülmeye meyilli damlacıklar, sisi açıklıyordu.

Sandalyenin ucunda oturuyordu, geride bıraktıklarından kaçıyormuşçasına. Elleri de öyle bir sarmıştı ki kızıllığı, tutunacak şeyi oluşturuyordu tek başına. Karşı taraftaki yapraklara bakıyor diye düşündü önce, aklına gökyüzü gelmeden önce. Aslında bakmadığını da sonradan anlayacaktı, konumuzla alakası olmasa da.

Sandalyenin ucunda oturuyordu, kızıllığı ısıtmaya çalışarak, ya da ellerini. Her ne ise işte. Soğuk kalmıştı, buz tutmuştu bir kısmı, sanki. İşlemeyen bağzı şeyler varmışçasına sıkıyordu kızıllığı. O baskıyla kaynıyordu muhtemelen çay, kızıllık, içten içe. Çevresindekilere gösteremediği, gör(e)mediklerini anlatma çabasından geliyordu bu. Bizim tabirimizle fırtınalar kopuyordu içeride. Bunu da bir bardak anlatabilirdi sadece.

Sandalyenin ucuna oturuyordu, belliydi tedirginliği. Tekerlekleri vardı, sandalyeden bahsediyorum. Çantadan ya da başka kolaylaştırıcıdan değil. Tedirginliği artmaya başlamıştı, eliyle destek alıp yaslanmaya çalışıyordu sandalyeye. Sıkılmış da olabilir, bilmiyorum. Kızıllığı bıraktı, ses çıkarmaktan korkmuş gibiydi. Elini uzattı ileriye doğru. Yoldaşı, yandaşı, gözleri hatta, karşıladı bunu. Gecenin tenhalığından değil, yalnızlıktan da değil, ondan da korktuğu yoktu. Gözleri yalnızlıktan başka bir şey gör(e)meyen insan, bundan ne kadar korkabilirdi? Ve evet. Görülmemekten korkuyordu, başka bir şeyden değil.

Baktı. Öylece baktı. Devam da ediyordu buna haliyle. Gariplik yoktu bunda. Olacaktı ama. Göremeyenin yalnızlığı(!), görebileni etkilemişti.

Gidiyordu kıvırcık.

Cigarasını çıkardı, kibritiyle alevlendirdi. Kızıllık istedi bir tane, sıcakken derine işler çünkü, bilirsiniz.


Öyle işte. Boş. Boşluk. Karanlık. Bu kadar.

15 Aralık 2013 Pazar

karmaşık yazılar 5 (salvador dali)

Kocamandı, elinin ayasını zor dolduruyordu ellerim. 

Kış gecesi karanlığı yüzü vardı, apaçık teni. Kemerli saçları vardı, fındık bir çenesi, bade burnu. Kıvırcıktı, halbuki hiç sevmem kıvırcığı ama işte insan en sevmediği yönlerden başlıyor sevmeye bir kadını, kadının sevmediği değil. Sevdiğinden de değil. Sevdiği içinde de değil. Farklıydı yani işte söylemeye çalıştığım. Kader Mecnun ediyor, Leyla bahane. İçki değil, meşk şahane. Aklında kalan bir çift göz. Sonrası Erasmus dan salvo atan da(e)liye övgü.

eskilerden.

karmaşık yazılar 4 (kızılçam ağaçları)

kızıllarını çıkarmış bir kadın gibi batıyor burada güneş. sevemedim. hata benim, günah benim, suç benim kadın. çok farklı sandım ben herkesi, her şeyi. öyledirler belki, yaşım küçük daha benim. Ne yani şimdi durup dururken, hiçbir şey yapmazken yani biz, kötüye mi gidecek her şey? kar mı yağdıracaksın güneşin kızıllığını kaybettiği her yere? uzun uzun anlatmak var içimde ama konuşamıyorum işte. sana yazdığım her kağıt parçası ile servileri, kızılçam ağaçlarını zor durumda bırakıyorum sanki.

ağlayamıyor, anlayamıyorum.

anlatamadım değil mi yine? bitmedi ki anlatayım. işte temel problem bu, bitmiyorum, bazen öyle bir el geliyor ki bitemiyor, bitmiyorum. masadan kalkıp birilerinin elini tutamıyorum, kağıtlara dokunuyorum. en ilkel oyunu bile beceremiyorum, görenler kumarbaz sanıyor ama ben kağıtları kesemiyorum. mintanını giymiş bit kadın gibi çıkıyor burada ay, geceler içinde gündüzleri arıyorum.


Eskilerden.

karmaşık yazılar 3 (zor)

''Söylesinize, kimin en sevdiğisiniz?''(e.s)

Sorulunca insanın dudağını büktüren birkaç soru kalmıştı, nereden buldunuz ki siz bunu şimdi? Ben de amelie'nin (le fabuleux destin d'amelie poulain) gelinciği değilim ben kimsenin'i hatırladım şimdi ha. Ellerin bu kadar güzelken, sen neden bu kadar üzülüyorsun ki? Söyle hadi söyle, çekinme benden. Bendenizim sana. Konuşmak istiyorum sadece seninle ben. Evet, bu; seninle ben.


Eskilerden.

karmaşık yazılar 2 (dokunabilmek)

Dokunmaktan bahsediyorum burada. Buraya, evet tam olarak; dirseğim ile pazularımın birleştiği, tatlısu ile tuzlusuyun birleştiği, fakat birbirlerine karışmadığı yere. İlk ressam-insanın mağaralara çizmek zorundalığını hissettiren; elindeki ilkel kalemvari varlık ile mağarasının duvarına şekilleri sonsuza kadar kaydedip saklayarak, onları tanrısal bir güç ile tutsak alma fikrinin gelip çattığı andaki dokunma hissiyatı. Elini yakan fakat ağzında kolayca dayanabileceğin sıcaklık veren bir his. Oysa çok masumane bir fikirdir bu, dokunabilmek. İnsan inandığı her ne ise ona dokunabilir mi? Sen inandığın yaratıcıya dokunabiliyor musun? Görmeden inandık, dokunmadan tapabiliriz. Evet, varlığımızdan haberi bile olmadan bir kadını da sevebiliriz. Çok acımasızcadır fakat yapabileceğin en son şeydir yazmak; ona yazmak(!), zarf atmak, açıklamak, bahsetmek, başlamak ve bitirmek. Neden sevgi ile ilgili her şey edebiyat (yazı yazmak) ile ilgili ki? Bence onlara dokunamadığım için, çünkü biliyorum ki; üzerinde elini gezdirmek dokunmak değildir. Yazıların bağırdığını gördüğümden beri yazara ve elinde kalem olan her şeye saygılıyım. Şimdi sen burada yazarın aklından geçen tamamen aşktır desen, yanılırsın. Çünkü burada bahsettiğim şey; gecenin bir vakti aklımdan geçen, aslında geçemeyen sıkışıp kalmış bir fikir bu, yalnızlık gibi görünüp fakat benim metabolizmama (insan- humanbeing) sahip bir varlığın eksikliğini hissettiren, dokunamamanın vücutta yarattığı etkiye verilen o kimyasal tepkidir. Aslında fonda çalan şarkı öyle bir dokunur ki; yediğin yumruk değil, midene bir kelebek istilasıdır, evet dostum dokunmak aslında gözle de, kulakla da olur, sadece nasıl hissetirdiğini bilmelisin.


Eskilerden.

karmaşık yazılar 1 (hiçbir şeyden bahsedememek)

Uzun anlatacağım bu sefer. Bitmeyecek gibi geliyor. Sıkıntım yok, sadece herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda aniden ''neredeyim ben lan?'' durumu bu. ve burada imla kurallarınıza da uymayacağım. Karmaşık olan şu; sahiplik durumu. Bahsedeceğim şeyler hormonların, insanın konuşmasına (kastedilen yazmak) olan etkisinden değil. Belki de öyledir. Aslında hep öyledir. Aslında, asıl diye bir şey deyoktur. Hep'in olmadığı gibi. Şimdi burada Hep'e bir anlam yüklemişim gibi görünüyor değil mi? evet yükledim. Onu zaten cepteymiş gibi gördüğümden mi? evet ondan. Asıl'dan (bak şimdi asıl'a da yüklüyorum) söz ederken, hep; sanki hep benimleymiş de sanki sizin haberiniz yokmuş gibi söyledim. Peki neden? çünkü hep bana ait. benim olan. benimle olan. yabancı dille düşünüyorum bu yazıyı, yazarken, yabancı dil ile düşünmek; mantıklı düşünmenizi sağlar. gülme boşuna işte ondan kem küm ediyorum(z). bunu biliyor musunuz? hayır. peki okuyacak mısınız bu yazıyı? hayır. buraya kadar çoktan demişsinizdir zaten, yazar burada ne demeye kotarıyor diye. Neyse konu bu değil. Konu, bunu gerçekten yapıyor oluşunuz. ciddi ciddi hem de. Bu yazıyı 5.yüzyılda yazacak olsaydım, yazamayacak mıydım şimdi ben, neden? çünkü ingilizce yoktu o zamanlar, en azından bence öyle. neyse konu bu da değil. konu; bitmek bilmeyen sahip olma isteğiniz. senin bunu beğenmiyor oluşun, bu yazının kötü olduğu anlamına gelmez. manyak mısınız, dalga geçiyorum lan. sana demedim, kelimelerle konuşuyorum, aslında anlamsız sesler ve çizgilerle. konu tam olarak bu işte. konu, vazgeçtim söylemeyeceğim, cinslik değil mi?

eskilerden.

3 Aralık 2013 Salı

Platonik aşk'a dair; küfürlü ve kadın parfümü kokan anlık bir nefes.

Bu, herkesin mutlak bir zaman diliminde ya da halen sahip olduğudur. Hay amk, ne diyeceğimi bile unuttum. 

Etkisi böyle bir şeydir işte. Görmeniz gerekmez illa ki, O’nun varlığından bir alamet, nefes düzeninizi değiştirebilir.  Vardır amk, vardır oralarda bir yerlerde. Şimdi, bilenler bilir, bu abazalık denen şey ferman dinlemez. Üstelik, biliriz ki, insanı üç şey yönetir; akıl, hormon ve duygu. Açıklamaya gerek yok, ne işe yaramadığı bellidir bunların. Bu işe yaramazlar işte.  Abazalığınızın bile çözümüdür, malumun orada olduğunu bile unutursunuz. İlk defa belinizin üstü bir yerle düşünürsünüz de ondan. Hormon mormon (bkz: mormon) hikayedir. Akıl desen, her şey zıttı ile bilinir kaidesinden zaten iptal olmuştur. Bir de bu daabbeler, olup olmadık yerde çıkar karşınıza. Mesela, önemli bir sınavınızdan önce ya da dikkat isteyen bir iş yapmadan önce. Güzel bir yemek sipariş etmeden önce de olabilir, cool bir tişört seçerken de. Eros’un kıyakları işte.

Oralarda bir yerde dururlar. Artık ya karanlık gecelerinizde bir yudumluk ışık için, ispanyollar’ın ‘’luz’’ dedikleri, ya da geceleri daha da karanlık hale getirmek için.

Ne bileyim, bir dönüp bakmazlar işte sana doğru, gül cemallerini yediklerim. Gerçi baksa heyecandan kendinizi sikersiniz o da ayrı tabii.

Niye var olduklarına dair net bir bilgi yok, hep puslu, blur, flu.  Ama aşkı yaratan, her neye tapıyorsanız işte, (ateler de dahil ) bunu, yeryüzünde bir  insanın aslında hiçbir şey yapmadan tüm hayatınızı mahvedebileceğini göstermek için yaratmış olabilir. Dedim ya, hep puslu, hep tanrısal sanki. Aşk ne la? Deme sakın, öyle kolay olmuyor o işler. Sana denk gelmemiştir ya da sen denk getirememişsindir. Otur buna ağla. Olum o değer verdiğin şeyleri, yanında aşık olmadığın, sevmediğin biri varken götüne mi sokacaksın? Affetme beni, çünkü aynen bunu yüzüne de söylerim. Bu kafaların hepsine de söylerim. Düşün; tus’u kazanmışsın ama buna seninle beraber sevinecek, şöyle böyle yaparız diyecek, karşı cinsten, kan bağının olmadığı kimse yok. 

İçi; su, kan ve kemik dolu bir et parçası olan sen, yine içi su, kan ve kemik dolu bir başka et parçasını ikna edememişsin. Korkmuşsun ondan. Çünkü seni yer değil mi? Keşke bi yolu olsa da bir yerde haberi olsa senden değil mi? Değil amk, sen bu kafayla giderken, azıcık medeni cesareti olan birisi alcak onu. Gerçek bu, onu başkası alacak. Başkaları cehennemdir diyen Sarter, başka ne tür bir an için söylemiş olabilir ki zaten bu sözü?

Şimdi burada bahsettiğim başeri aşk biraz daha. Ancak ileride, boşluk bulduğum bir zamanda yani, ilahi olanını da, sadece maşuklu olanını değil, aşıklı olanını da yazacağım. Buradaki ilk yazımda neden böyle oldu derseniz; küfürlü olsun ki, samimi olsun. Zaten ileride beni tanıyınca anlayacaksınız nasıl bir adam olduğumu. Açılışın neden bu konudan olduğunu soracak olursanız da; yaratıcı ilk olarak aşk’ı yarattı ve o zaman sadece tek taraflı olduğundan, evrenin eski duygusundan başlayayım dedim.

Aşkla kalmayın. Bir bok olmuyor, kodumun asosyalleri sizi.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Kırık Cigara

Çoğum(n)uzun yaptığı gibi amaçsızca yürüyordu. Saatin ilerlemesine rağmen yollar henüz tenhalaşmamıştı. Saati de bilmiyordu, cebinde ne köstekli saati ne de bağımlısı olduğu bir radyasyon aleti yoktu. Öyle, dümdüz yoldaydı. Kafelerin bir nebze dolu olmasından yürütülebilecek bir fikirdi sadece bu. Öyle çok abartılacak bir durum yok, zaten onu yansıtacak bir hayatı da yok.

Cigarasını kırarak içmeye başladığı günlerden bahsediyorum. Mağlubiyetin olduğu o günlerden. Eski yani. Sizin tabirinizle değerli okur: mazi. Birçok kelimeyle tasvir edip geçmişte bırakamadığınız o şey. Yaşayan ölülerin dönmesi diye bir söz dizisi de var hatta, hani şu usulsüzce (olması gerektiği gibi değil) gömülüp tekrar yaşama dönülen “Baba pastasını istiyor/aldı) şeklinde de bir içeriğe sahip olan kısım. Bundan neden mi bahsediyorum? İnsan öldüğünde uzunca bir süre için ölür. Eğer o içindekini de rutin bir şekilde gömemez isen, uzunca bir süre için rahatsız edecek demektir. Daha da açamam bu durumu, anlıyorsunuz beni.

Cigarasını kırarak içmeye başladığı günlerden bahsediyorum. Bulutların yas tutmaya başladığı o dönemden. Zaman sanıldığının aksine her şeyin ilacı değildir. Sağlığın da satın alamayacağı şeyler vardır mesela. Ama konumuz bu değil. “-Yenilemek lazım bağzı şeyleri, zaman önemli +Kendimizi napıcaz? – O zor be!” Zamandan bağımsız şeyler bunlar. Zaman, mutluluğu da satın alır ama konumuz bu değil.

Cigarasını kırarak içmeye başladığı günlerden bahsediyorum. İffetli Dephne Ağacı’ndan taçların yapıldığı o vakitlerden. İnsan ilişkilerinin Gordion Düğümü kadar zor ve bir o kadar da sağlam olduğu bir kısım var, bilirsiniz. Kolomb Yumurtası diyeceğim ama onda da farklı bir şey var. Neyse, mühim değil zaten. Anlatmaya çalıştığım şey sadece anlamak için litograf olunması zorunluluğun olmadığı bir dönemin özlemi.

Cigarasını kırarak içmeye başladığı günlerden bahsediyorum. Cigarasını neden mi kırıyordu, hayır, sağlığa zararlı olduğu için değil sayın okur, tekrar içeceği için de değil. Doktoru cigarayı azaltmasını istemişti. Cigarasını kırmıştı yine. Yarıya da gelmişti hani. Bulutlar duruma ortak olduğunu belli edercesine serinletmeye başlamıştı. Eve dönmeye karar verdi. Yürümek istememesinden kaynaklanmıyor bu, yağmuru sevmesinden de değil. Sadece öyle olmasını istediği için, öyle olması gerektiği için. Başka bir anlamı da yok, sadece eve dönüş, hepsi bu.

30 Ekim 2013 Çarşamba

yersiz muhabbet

kısaca anlatmak istiyorum bu kez. karmaşık da olmayacak. hep istediğin gibi, ilk baktığın an’da anlayacaksın, istediklerini elde etmiş olacaksın. senin koyduğun kurallara da uyacağım. konuyu da belirteceğim, aslında hiç olmamıştı da, neyse. ‘ne diyor lan bu?’ şeklinde bir durum ya da düşünceye de sokmayacağım. düşünmeyi pek seven bir millet değiliz zaten, alışmadığın şeyleri talep etmeye hiç hakkım yok. haddime değil. hiçbir şeyden anlamayan ya da öyle boş konuşan bir kişi’nin istediklerini neden yapacaksın ki (zaten!). neyse. konumuz bu değil.
yüzündeki o tebessüm, mutluluk. ki bunlar da (düşününce) haksız kazançtır aslında. zamandan bağımsız şeyler ama bunlar. mutluluk falan. 10-15 dakikadan öteye çıkamıyorsan (gasp olmadan) zamansız bir şeyden bahsettiğimi anlarsın.
bu konular ne dost’a tavsiye edilir, ne de düşmana bırakılır. böyle damdan düşer gibi de lafa giremezsin, ya beklersin uzun uzun, ya da yeri gelmemişken konuya girersin. ben arafta kaldım sayın okur. siz kalmayın bir yerde, hiç bulunmayın bile hatta. boş verin ama, konuşun, istediğinizi anlatın, hazır yeri gelmemişken.

kısa olacak demiştim. kusuruma bakmayın sayın bilinmeyen. konu mu, onu en başta söyledim (konuya giremediğimi çaktırmayın). daha fazla vaktinizi de çalmayayım, siz de okumayın zaten, lüzumu yok. 

21 Ekim 2013 Pazartesi

Ayrılık

Bazı sözler, bazı fikirler vardır. Seni hayatta tutan, gerçekleşmediği için yaşayabildiğin düşünceler. İntihar fikri olmasaydı canıma kıyardım demiştir hatta Bay C.
Bazen freni olmayan bir bisikletle yokuştan aşağı gitmek istersin. İçinde eksik düğmeli oduncu gömleği hissizliği(!) vardır çünkü.
Bazen de sahip olduğun, anlaması zor bir duygu olur içinde. Tavuk yumurtasına kuluçkaya yatmış karga gibi. Bir umut. Bir beklenti. Ölmek için, öldürmek için her şey uygundur aslında ve sen kendini tutmaya çabalarsın. Bir apartmanın en son katından atlamak ile bir gökdelenin tepesinden atlamak arasındaki fark burada anlatılmaya çabalanan. Belki yaşarım düşüncesi, ya olursa (ya da olmazsa) silsilesi.
Ateşin aşkına kendi çıranı yakmazsın. Olmaz işte. B.d.S.’nin dediği gibi, bir düşünce başka bir düşünceyi sınırlar. Bundan dolayıdır bir konuşmacı bloklandığında kaldığı yerden devam edemez.
Ne diyorduk ; sessizliği arzuladığın için yalnız kalmak istersin. Fikirlerini susturamadığın için de yeni bir fikir atarsın ortaya, sağ kalırsın.
Ayrılık fikri olmasaydı, belki mutluluk kavramı da olmazdı?

17 Eylül 2013 Salı

Flaubert , Borges vs..

Sıradan, standart olayların vuku bulduğu bir gündü sayın bilinmeyen okurum. Ortaya baktığında kimsenin sesini bile çıkarmadığı, bildiğin tipik bir gün işte. Size de neden bahsediyorsam bunlardan, aslında bir fikrim de yok. Neden “sen” değil de “siz” kullandın diye soracak olursunuz siz muhtemelen, sormasanız da ben açıklayayım. Ben, kendime “siz” diye hitap ederim, sevdiğim bir abinin de söylediği gibi. Saygınlığın ilk kuralı budur. Kendinizle aranıza mesafe koymazsanız, başkalarından da bunu bekleyemezsiniz.
Aslında istediğim bir giriş cümlesi idi. Ne kadar cümle olmaya hak kazanamasak da sizinle tanışmış olduk. Neyse. Başlangıçta hep böyle olur, siz de bilirsiniz. En son ne zaman bilemediniz ki? Bir masaya oturduğunuzda, aslında kasıt olunan şeyin sandalye olduğunu biliyorsunuz mesela, ortaya bir laf atsak da iki muhabbet etsek diye çabalayıp durduğunuz bir vakitten bahsediyorum. Bazen emek sarf ettiğiniz, oluşturmaya çabaladığınız bu sohbetin kişisinin yirmiye kadar saymak için çoraplarını çıkaran kişi olduğunu fark edersiniz. Konumuzla da alakası yoktu ama söylemesem çatlardım muhtemelen.
Yazıyı da buraya kadar nasıl okudunuz, nasıl tahammül ettiniz bana bilemiyorum. Muhtemelen (bunu da çokça kullandım) okumadınız da. Ben de karmaşık bir şeyi anlatmaya çabalayacaktım ama daha giriş için bir cümle bulamadım. Aslında roman gibi giriş, gelişme ve sonuç olacaktı sayın bilinmeyen okurum ama gördünüz ki hiçbir şeyle ilgilenemedik.

Mühim değil, gelecek sefere okurum, gelecek sefere…

20 Ağustos 2013 Salı

ANAHTAR

“Vakit göreceli sayılırdı apartmanın önüne geldiğinde. Onu burada bulabileceğini söylemişlerdi. Darmadağın yapraklar arasında izmaritlerin de buna eşlik etmesiyle birlikte merdivenler girişi oluşturuyordu. Dış kapıyı iteledi, binadaki doğru kapıyı aramaya başladı. Bulması için biraz uğraşması gerekiyordu. Kapının önüne geldiğinde hafiften ısınmıştı bedeni. 0’ı düşmüş 1 vardı kapının üzerinde. Bu hale nasıl geldiği hakkında kısa bir düşünce silsilesinden sonra kapıyı çaldı. Eli parmaklarına, parmakları düğmeye ulaşana kadar buz gibi olmuştu sıcaklıktan.
Hafif tıkırtılar geliyordu içeriden. Kapıya doğru bir meyillenme vardı içerde belli ki. Pek düşünmeye fırsat vermeden kapı açıldı, bir el içeriyi gösteriyordu ‘buyurun’ şeklindeki bir mırıldanmayla. Gösterildiği gibi ilerlemeye başladı. Dedikleri gibi biraz dağınıktı içerisi. Bir masa, iki sandalye, keyif ya da uyumak için bir kanepe, bir yastık, normal sayılabilecek bir halı, dolap ve kitaplıktan ibaret bir oda. Bir de yarım açık pencere vardı canlılığa belirti olarak.
Sandalyeye doğru ilerledi. İçinde orasının daha rahat olduğuna dair bir his vardı. Oturmak için düzeltti ve oturdu. Heyecandan olsa gerek, selam vermeyi unutmuştu. İlk defa böyle bir şey yaptığı için pek de önemsenmeyebilirdi aslında. Standart olarak bir küllük, cigara paketi, izmaritler, biri boş diğeri yarısına kadar içilmemiş çay bardağı vardı. Önceki hali muhtemelen beyaza yakındı masanın. Masada bulunan kalem ve ilgili malzemeler (silgi yok haliyle) bu bulanık siyahlığı açıklıyordu.
“Yanlış yolda yürümek, doğru yolda beklemekten iyidir.” , “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.” , “Her temas iz bırakır.” , değiştirmek – paramparça” gibi şeyler yazıyordu dikkatini çeken.
O da geldi, karşısına oturdu ilk inceleme sürerken. “Merhaba” dedi, “Merhaba” diye yanıtladı karşısındaki. Nasılsın gibi sıradan şeylerle devam etmeye meyillendi konuşma. İkisi de bulundukları durumu anlamaya çalışıyordu. Bir ara suskunluk oldu. İçten gelen, garip ama gerekli bir soru böldü sessiz çığlıkları;
-                  - Dış kapının anahtarını nerden buldun?
Orada durdu zaman. Bazen kendisi de söylerdi hayatın durabileceğini. Bazen yaşamak isterdi ama bu kadar içten istememişti sanırım hiç.
-                  - Anahtar”
Burada bitiyordu yazı. Son dememişti yazar, hatta uzun olabileceğini bile hissettiriyordu ama devamı yoktu.  Devamını getirmeyi deneyebilirdi belki ama bu anahtar neydi? İlerleyen sayfalara baktı hızlıca, boştu. Anahtarı görmüş olmalıydı. Mutlaka oradaydı. Anlamak umuduyla yazının başına döndü;

“Vakit göreceli sayılırdı …….”

2 Ağustos 2013 Cuma

Pardon

Bir şey var içinde. Bunu herkes biliyor, ben bile bilmiyorum dediğin. Kendine söylenmeye çekinmediğin fakat duymaya korktuğun bir şey. Uzun ama kısa, yalan ama gerçek, taş ama yumuşak. Tam da bırakınca aklına gelen, yanından(bilincinden) gidince ya da uyanınca yalnızlığa, camel spider misali gözlerini açan bir şey.

Belki bir çok şey. Sıcak gibi bir duyu olmaktan çok kıskançlık gibi bir his. Dostluk gibi dikkatsiz ve güçsüz olmalı daha çok. Düşündükçe fark edeceksin bunu. Evet, biliyorsun aslında. Bilmediğin bir şey de yok.

Bir şeyin koşulsuz olması söylenirse, aslında bir koşul belirtilmiş olmaz mı? Bu mümkün müdür, beklentisizlik? İçtenlik nasıl bir şeyin koşulu olabilir ki? Dur. Aslında haklısın. Ağzı kumlarla dolup hiç konuşmaz hocalarımıza ne kadar hayranızdır? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne kadar severiz, değil mi?

Söylemedim mi daha sıkıntıyı? Söylediklerimin hepsi, aslında hiçbiri. Aklımda iken söyleyeyim, her neyse. Sıkıntı şu; Bu arada başın sağ olsun, geçen gün ölmüşsün.

Yine mi olmadı? Aslında sıkıntı bu, pardon. 

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Ölüm

Gece yarısını geçmişti biraz zaman. Yağmurun bıraktığı bir serinlik, tatlı bir esintinin de etkisiyle hoş birkaç sokak ve cadde ile şehri bırakmıştı geride. Bu manzara o kadar güzeldi ki, insanlar yudumlamak için kendilerini kaldırımlara koyuvermişlerdi. Kimisi elindeki cigarasıyla yıldızları seyretmeye çalışıyor, parıldayan şeyler ile düşüncelerini uyandırmaya çalışıyordu. Kimisi sevdiğinin ya da dostunun koluna girip gecenin ilerleyişine katkıda bulunuyordu.
Aklı cigarasını içen kişiye takıldı. Ulaşamayacağı bir parıltıdan düşünceleri için medet uman, ancak göz önündeki yapay ışıkları kaldırıp(kapatıp) görebileceği, kim bilir sayısız kişinin saymaya çalıştığı, geceleri birlikteliği, düşüncede bile olsa, süsleyen şeyleri izleyen bir kişi. Yıldızların sıralanışı gibi ardı sıra düşünceleri mi vardı yoksa kendi karanlığının içinde uzakta da olsa bir parıltı mı arıyordu? Sanırım düşüncelerinden firar edip görebildiği en uzak noktaya yerleşmek istiyordu.
Ya da dur. Hiç biri değil. O anda aklında beliren, daha çok ciddisi bulunmayan bir şeyle ilgiliydi bu.  Şu idi o cümlecik: Duygularımızı ölümden başka bir şeyin uyandırmadığına dikkat ettiniz mi?
Evet evet. Kesinlikle bu “olmalı”. Kendinden uzaklaşan bir şeyin, aslında istese görebileceğini ve kaybolmadığını, o “şey”i kaybetmediğini kendine göstermeye çalışıyordu.
“Ölüm, kaybetmek, sevmek, sevilmek, sözler, güven. Hiç biri değil. Senin de düşündüğün gibi hepsi tek bir yerden geliyor, korku.
Yanında O’nu istediğin için değil de, yalnız (O’nsuz) ölmekten korktuğun için daha çok. Ya da söylediğini yapamadığın için değil de, kendinle çeliştiğini fark etmesinden. Uçmayı istemekten değil de, çarpıp kanadını kırmaktan. Ve en çok da olduğun yeri aramaktan değil, bulmaktan ve o karşılaşabileceğin faili meçhul senaryodan korkuyorsun.
Bunların hepsi ya da hiç biri. Hislerinin öldüğünü görmekten korkuyorsan hepsi, aslında bir o kadar da hiç biri değil kendine itiraf ettiğin korku.”

Yanından geçen ufak teknenin lakayt sesiyle kendine geldi. Ne kadar saniye öldürdüğünü bilmiyordu ya da bilmekten korkuyordu. Bulunduğu, kendisini bulduğunda hayret verici olan şey ise, elinde cigarası, parıldamaları izliyordu köprünün kenarında. 

25 Haziran 2013 Salı

Papatya

Hafiften bir mırıldanmayla söndürmüştü cigarasını. "aah!" diyebilmişti sadece, elleri duman ile ilgili son vazifesini yerine getirirken. İçlenişini derinleştiriyordu. Kendine azap çektiriyordu. Damarlarında kan tersine akıyordu sanki. Ya da ilerlemeyi bırakmıştı zaman. Beyni işlevlerini yerine getirmiyordu.
Sokağın köşesinde peçete satan çocuk misali, hüznü patronunun onun emeğinden, kendinden çaldığını düşünmesiydi. Kaç tane sattığıyla ilgilenmiyordu o, sadece inandırabilme ümidi vardı.
Bazen uçurumun kenarındaki orta halli taş gibi hissedersin ya kendini, havaya duyduğun güvensizlik vardır hep. Seni incitecek, yerinden edecek kadar esmem, o kadar gürlemem demişti ama gidişat onu göstermiyordu. Ya verdiği sözü unutmuştu, ya da başkalarının isteklerini dikkate almaya başlamış, senin önceliğin gitmişti. Oradaki taş gibiydi işte O’da. Yerinde ağır, sadece oraya uyumlu olabilecek derecede şekilli. Papatya’nın yanındaki gerekli hacim kaplayıcı. İşte araya giren gereksiz hava, saydam “şey” parçası her şeyi başlatır ya, bu düşünceleri de bir şey başlatmıştı. Herkeste olduğu gibi bir söz, bir davranış, bir olay. Önemi yoktu oradaki nesnenin. Önemli olan orada olmasıydı. Orada olmalı mıydı? Yerini hissedebilmen, varlığından emin olabilmen için yerinden etmesi mi gerekiyordu? Papatya’nın yanındaki anlamlılığını seni ortadan kaldırmadan anlayamıyor muydu?
Yine geldik o klasik soruya. Tam anlamıyla güvenemeyecek miyim, mümkün değil mi bu? İç sesi bu soruyu yanıtladı.
        -   Her şey zıddıyla vardır. Siyahın varlığı beyazı ispatlar, gece gündüzü onaylamaktan kaçınmaz. Dağın zirvesine giden yol varsa, eteklerine giden yol da vardır. Noksanlık, yanlışlık hissediyorsan tamamı, doğrusu da vardır elbet. Aynı yere bakmaya devam ettiğin sürece göremezsin sadece. Ya uçurumunu değiştireceksin, ya papatyayı.

“aah!” diyebilmişti iç sesine sadece, cigarasını söndürürken. Bankta yanında oturan adam garip bakmıştı, anlayamazdı tabi.

Yerinden doğruldu. Yürümeye kaldığı yerden devam etti. Nereye mi gidiyordu? Doğru papatya’ya.

9 Haziran 2013 Pazar

Ağrılı Düşünceler

Güneş şehirdeki erzakları valizine atmış, mekanının yeni sakinine bırakıp tüm yaşanmışlığı, çekip gitmişti ortalıktan. Valizinde “biraz” vardı. Biraz hüzün, biraz keder, biraz neşe, biraz gözyaşı, biraz tebessüm, biraz acı… Biraz biraz götürmüştü hepsinden, geri getirmemek üzere.
Çukurluklu yaratık güneş kaçınca sevinip yerleşmişti hemen gökyüzüne, önceden ağaçların ağaçların şimdi binaların deldiği o görevliye. Sevinmişti, çünkü getirdiği şeyler çoktu, “biraz”ını bırakabilecekti çaresiz, umutsuz, korkak, hissiyatsız insanlara. Bırakacaktı ki hafifleyecekti yükü. Bırakabildiği için yeniden gelecekti. Yine sevinerek gelip üzülerek gidecekti.
Eli cigara paketini açarken, rotasına kalan hüznü saklamaya çalışıyordu. Bir oluşuma gidecekti, bir hisse, bir daraltıya, bir bunaltıya gidecekti. Ağrı. Evet, onu yaşamaya, onu hissetmeye gidecekti. Ayakkabısının dikişleri yağmura inat patlamış, gömleğinin çatlaklarından serin şeyler girmeye başlamıştı, fakirliğini belli ederek. Üşüyordu, ama gidecekti yine de. Sular fışkırsa da en istisna deliklerden, oraya gidecekti.
Belirli ebatlarda yapılan, birkaç kelime ve rakam ile bulunanı anlatmaya çalışan, anlayan için başlangıç ve bitiş noktası, anlamayan için taş tarlasına gidecekti, mezarlığa gidecekti.
Ölüler yaşayanlardan daha gerçektir. Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?
Ciddi düşünceler için ciddi mekanlar verilir. İşte bu yüzden içinden sızlamalar akan ayakkabı sahibine ihanet etmiyordu. Parçalansa da gidecekti, götürecekti oraya.
Neyse ki buna gerek kalmadan varabilmişti ağaçların dibine, duvarların ötesine, toprağın en anlamlı olduğu tarafa geçebilmişti.
“Eksik hissediyorsun bazen. Kiraz sapının ağaçta kalan kısmı gibi yarım eksik. Daldaki yaprağın bütünleyici yarısı olmadığı için şekilsiz gözükür ya, öyle bir eksiklik. İsimsiz mezar taşı gibi, seni anlatandan yoksun kalmış bir eksiklik.
Fazla hissediyorsun bazen. Kiraz sapının ağaçta kalan kısmı gibi, yarım fazla. Orada bulunmanın etrafındakiler için “artık” anlam ifade etmeyişini belli edecek kadar fazla. Çaydaki şeker gibi yüz asıcı bir fazlalık. Bitmiş kitabın içindeki ayıraç gibi bir amacı kalmamış bir fazlalık.
Bazen yaşayasın kaçıyor. Vakit geçsin diye yaşıyorsun. Vakit geçsin diye izliyorsun önünden geçen dumanı, bardağın çayla buluşmasını. Rüzgarın tenle buluşmasını vakit geçsin diye hissediyorsun. Belki uzun sürer de zamanı unuturum diye düşüncelere başlıyorsun. Bir yere oturduğunda sadece vakit geçsin diye çığlıkları, anlamsız ve bir o kadar da manasız sözcükleri işitiyorsun. Bazen yaşayasın kaçıyor, vakit geçiriyorsun.
Bazen ölesin geliyor. Ayranın üstündeki nane gibi hissizleşip, bir süre sonra tüm benliğinle unutulmak istiyorsun. Sarp kayalıkların dibine gelip her şeyi bırakmak istiyorsun bazen. Denizin derinliğini merak edip orda kalasın geliyor.
Bazen de tüm düşüncelerinden kurtulmak istiyorsun. Bunu başaramayacak kadar eksik bir cesaret, fazlalığını verdiğinde sıradanlaşacak bir güven. Var olmadığında yaşayamayacağın bir düşünce. Yanında oluşunda içinden söküp atmak istediğin, öldürmek istediğin düşünce.”
Hepsine biraz ekleyip biraz çıkarıyordu düşüncelerin. Siyahlıklar ışığın önünü kapatmış, yoldan geçenlerin verdiği aydıklıkla mevcudiyeti seçebiliyordu. Ara vermişti düşünceye, buna iten sebep dolayısıyla. Çok manidar diye düşündü seyrine devam ederken. Mezarlığın çıkışındaki kaldırımda sevgililerin koşar adım sarılmalarını izledi. Bir tarafta ayrılığın son noktası, bir tarafta kavuşmanın ilk anı. Sonlarını gördükleri için daha sıkı sarılmışlardı birbirlerine, daha içtendi bu kavuşma. Yanındayken bile uzaklıklarını hissettirmişlerdi birbirlerine. Ağır ağır yürümeye başladılar sonra. Eksiklikleri, fazlalıkları, ölümü, yaşamı, hissiyatı bırakıp ağır ağır yürüdüler.
O da kalktı yerinden. Ağır gelmişti bu olay ona. Diyaframından yukarı doğru ilerleyen bir ağrı saplanmıştı. Solukları zorlanıyordu. Kalp atımları birbirini kovalıyordu. Ağrıyı içeriden ve dışarıdan hissediyordu, eksik kalmaya geldiği bu yerde fazla olmuştu her şey. Ortadan kaldırmaya çalışırken, en ummadık yerde yaşamaya başladı düşünceleri.
Yavaş yavaş hızlandı adımları. Koşmaya başladı. Ağrılı düşüncelerden kurtulabilme ümidi, hiç bitmemek üzere vardı. Eksik kalabilme umuduyla fazlalıklara doğru koşuyordu…






                        

28 Mayıs 2013 Salı

Patika

Dolunay aydınlatmayı devralmış, sadece onun geçtiği yerleri gösterecek kadar veriyordu ışığından. Hafif aydınlatma, kendisinin bilebileceği izler, yol gösterici şekilde konumlanmış ağaçlara, bir de karanlığın bu saatlerine bakılırsa, aradığını çoğunun imrenerek baktığı, sahip olsa bile hangi amacına hizmet edeceğini bilemeyeceği evinden, çiftlik evinden çıkartacak bir sebebi vardı belli ki. 
Çıkarken bahçivan fark etmişti. Onun da uykusu kaçmıştı. Belki yorgunluktan uyuyamamıştı, belki yitirmenin o ancak tadılarak (bilinmemesi en güzeli aslında) farkına varılabilen acısını “Baba”sını kaybederek yaşamanın hüznüyle uykusunu kaçırmıştı. Aslında kaybedeli olmuştu biraz. Bırakamadığı sigarası, ciğerlerini esir alıp kalbine hükmetmişti. Kendisini durdurup yokluğuyla yakınlarını cezalandırıyordu. Bunun kanıtıydı sanırım o cigaralar, o kaçan uykular, dolan gözlerin dolunayda parıldaması. Büyüğünü, ilgilenenini, bilenini kaybetmenin verdiği “şey”i bildiğinden olsa gerek, ilgisini hiç eksik etmezdi, küçük sevimli yeşil cennetinden. 
Yolun yarısını geçtiğinde ceplerini bir kez daha kontrol etmek istedi. Tütün, çakmak, pipo. Gerekli somut şeyler mevcuttu. Akşamın son demlerinde hafiften varlığını belirten bulut, yükünü hafifletmişti. Bu serinlik ondan geliyordu, inceden inceden. Dolunay eşliğinde hedefine doğru yol almaya devam etti. Adımları ne sert, ne korkaktı. Yumuşak ama kendini belli edecek derecede cesurdu. 
İlerledi. Ağaçların ışıkla yaptığı oyun, erişilmek istenen bölgeyi açığa çıkarmıştı. Yaklaştıkça yavaşladı. Yerlerin nemli olduğunu bildiğinden, üşümeyi göze alarak ceketini çıkarıp yere serdi. Ceketini niye mi çıkarmıştı? Islanmamak için değil, tatlı esintiyi hissedip her şeyin farkına varmak için yapmıştı bunu. Zaten sorun üşümemek ya da ıslanmamak olsa, evinden hiç çıkmazdı.
Gökyüzüne baktı. Ağacın izin verdiği ölçüde ulaşabildiği; çukurları, izleri bu kadar uzaktan bu kadar net belli olan, gezegenimizin uydusuna baktı. Hiç bıkmadan etrafta dolanan, hep tek yüzünü gösteren, sanatkarların eşsiz betimlemelerine mazhar olan beyaz-gri oluşuma. Bu arada eli cebine gitmiş, somut varlıklar profesyonel (kendince) sayılabilecek nedenler için özenle hazırlanıyordu. Tütün yerine yerleşmiş, pipo muazzam yerinde hazırolda bekliyordu. Alevin eşlik etmesiyle beraber ilk gri sürüler ortaya çıkmaya, devamının geleceğini belli etmeye başlamıştı bile. 
Evet. Tütün aleve erişmişti, ulaşmıştı. O, kendisi için tasarladığını düşündüğü ağacın köklerinin oluşturduğu konaklama yerine ulaşmıştı. Hilal mehtaba, çiçekler ustasına, ağaçlar (belli zamanlarda da olsa) güneşe, duvarlar kapıya, çerçeveler pencereye, kalem kağıda ulaşabilmişti. Kimi istemli kimi istemsiz olaylar, kendi hallerinde cereyan ediyordu. O niye istediğine ulaşamıyordu, mevcudiyetinde bu kadar realite gözler önündeyken? Tabi çocuksu duygularla her istediğine sahip olabileceğini düşünmüyordu. Bu, yaşanmışlıkların tümüne saygısızlık, hakaret olurdu. Ama O’nu istemesinde herhangi bir engellilik söz konusu değildi galiba. Yani sanırım öyleydi, öyle olması gerekiyordu. Aşka bu kadar kolay ulaşabiliyorken, neden onu yaşayamıyordu? Yaşayanlar vardı tabi. Bu durumun imkansızlığını ortadan kaldırıyordu. Mesela parktaki genç, sevgilisinin hislerini üflediği “Ney” sesine ulaşabiliyordu, aşkını yaşamanın inkar edilemeyecek derecede mutluluk veren gözleriyle. O konuşurken de varlığının kıymetini bilen kişilerin ruh pencereleri duygularını en içten şekilde dile getiriyordu. Kalplere ulaşmak bu kadar kolay iken onun için, neden kalbinde yaşayamıyordu? Geceler her ikisi için de uzun ve yalnız iken niçin birlikte mükemmeliyeti yaşayamıyorlardı? 
Sorulara yanıt olmaya çabalayan, sorunlarına yanıt olamamıştı. Düşünceleri bile günahkar olduğunda olmalı, hislerini güzele bağlayamıyordu. Yanında bile uzaktı, sanki tüm istediği ona inattı. 
Düşünceleri kendi halinde seyredip, sonuçlanmayı amaçlarken, tanıdık ama dalgınlığın verdiği ürperti ile irkildi; 
-Kenan! 
Abisiydi bu sesin sahibi. Bahçıvanın onu görmüş olduğu aklına geldi. Babalığı biliyordu. Başına gelmesi muhtemel şeylerden korkmuş, ama düşünceli olduğunu bilerek onu en iyi bilene haber vermişti. Abisi geldi, elini uzattı, kaldırdı ses vermeden kardeşini. Ceketini abisinin alması, patikanın yavaş ilerleyeceğini, abinin dinleyeceğini anlatıyordu. Birkaç adımdan sonra beklediği(bilindiği) gibi olmuştu; 
-Normal sağlığını zehirlemen bittiğine göre anlat bakalım, içini ne zehirledi? 
Dolunay bulutların arasına saklanmış, hafiften çiftlik belli olmaya başlamıştı. Uzatılan cigarayı aldı, kelimeler yine birleşmeye başlamıştı. 

23 Mayıs 2013 Perşembe

DELİ

Anlatmak, konuşmak, mutluluk… Bunları daha önce konuşmuştuk. Bakmayın siz işteşliğin mevcut olduğuna. Deliliğim tuttu yine. Tek başına kaleme işteşlik yaptırıyorum. Karşıma O’nu alıp konuşamadığımdan, bu işi naçizane, dostluk belirtecim, kalemim üstleniyor. Kelimelere ruh üflemeye yardımcı oluyor, aslında çok canice  şeyler yaptırıyor bana, farkında olmadan. Sadece ona sahip olduğumu biliyor ya, içinden geçeni benden esirgemiyor. Kaleme bu kadar yüklenip onu şımartmayalım isterseniz. Konumuza dönelim. Yani ben bir deneyeyim müsaadenizle.
Anlatmak demiştim değil mi ilk olarak? Şimdi sen diyeceksin ki, tatlı su bile tuzlu suyla birleşmiyorken sen kelimeleri nasıl birleştireceksin? Haklısın. Eline balonu alan ufaklık, sevinmek, huzur ya da mutluluk –artık ne derseniz – hissetmek için onu bırakıyorlar, sen O’na kendini bırakacaksın sahip olduğun sözcüklerle, O da seni bırakacak, bir  çocuk misali, artık amacı ne ise.
Gözünü kararttın, anlattın diyelim. Sadece gözleri seni işlevsiz bırakabilirken, neyden bahsedeceksin? Toprağın ilginçliğinden mi bahsedeceksin, O’ndan çıkan kelimeler sana doğru aktığında? Seçmek mi seçilmek mi sorusunu yöneltebilecek misin, hücrelerini yakan gözlerini sana yönelttiğinde? Ne yapabileceksin ki karşısında, kendini bu kadar hazırlamaya çalışıyorsun? Karşısında vücudun sadece istemsiz kontrollerini yerine getirebiliyorken, alışkanlık mı bağımlılık mı sorunsalına ne denli yanıt olabileceksin?
Gördünüz mü, henüz harf bile çıkaramayacakken nelere kalkışıyorum? Daha Aşk’ın “ Can için canan mı yoksa canan için can mı?” olduğunu bilmiyorum, kalkmış “yarımsın yârim” demeyi planlıyorum.
Bir de düşündüğün gibi şey var tabi. Anlattığında anlayabilecek mi seni? İşte burada yardımıma F. Kafka yetişiyor “… ve senin önünde kendimi yere atsam, ağlasam, anlatsam bile, biri sana cehennemi sıcak ve korkunçtur diye anlattığında cehennem hakkında ne bilebilirsen, benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin.”

Ve bizim deli, yani ben, susmuşluğa devam kararı alır, yeniden…

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Gar


Her zamanki gece rüzgarı vardı. İnsanın içini ürperten, kimsesizliği iliklerine kadar hissettiren dokunuşunu hiç unutturmuyordu. Gece çıktığı çok olmazdı, hele bu vakitlerde çıktıysa mutlaka düşünülecek, ince elenip sık dokunulacak, titiz bir heykeltıraş misali fikirlerine yön verecekti. Açık bir yer bulması sevindirmişti onu, cigarasını tazeleyebilmişti.
Yürüdü. Kararsız adımlarla kendi yerine doğru yol aldı. Hava kararırken gelse idi, yine alıştığı şeyleri görecekti. Köşede bir simitçi, klübede benimsenmişliğin ifadesiyle yüzüne bakan nöbet değişimi yapmış bir bekçi, boş arazide vakit geçiren, şarkı söyleyip boş boş bekleyen gençler olacaktı, eğer normal vaktinde gelseydi.
Ortalığı aydınlatan , yolunu gösteren “GAR” tabelasını gördü. Az sonra vagonlar belirdi, karanlığa inat. Peronlara geçmeden önce, her zaman yaptığı gibi selam verdi bekçiye.
Yürüdü. İlk müsait yerden raylara indi. Karar vermek için geldi bu sapa mekana. Burada düşünebilirdi rahatça.
1’in büyüklüğü, Elif harfinin yüceliği, Sıfır’ın derinliği ispatlanmayacaktı bu cigara paketiyle. Başka basit şeyler vardı kendi gündeminde. Vazifesine başlamak için ilk cigarayı aldı eline. Başparmağı ile işaret parmağı arasındaki cigara ilk alevini verirken, içine çektiği duman tüm zihinsel ve algısal süreci başlattı. Zehir, nöronlara ulaştığında beyni tatmin olduğundan düşünceler akmaya başladı.
Anlatmayı beceremeyecek miydi? Düşündüğünü, gördüğünde hızla çarpan kalbine aldırmaksızın, yüzündeki çukurluklara ifade edemeyecek miydi? Kırmızı şeytanların onun adını söylemesi için ne kadar beceriksizlik gerekiyordu? Ya da, O hiç düşünmüyor muydu, edebiyat yapmaya çalışan bu velet, karşısında neden engelli gibi davranıyordu?
Düşünmek için bir çok sebep vardır. Kulaklık takarsın, düşünürsün. Kahve yudumlarsın, düşünürsün. İzmariti eline alırsın, yolda birini görürsün, bir şey hatırlarsın, dışarıya bakarsın… Bu kadar fazla neden varken, insanlar (O) neden düşünmüyor? Zihin işlevselliğinin önünde fiziksel varlık ne kadar hüküm sürebiliyor?
Belki de düşünmüştür, haksızlık etmemek lazım. “Şairin aşkı olmak azap verir (İ.P.)” sözünün ilk manasını düşünmüştür, yalnızlığa katlanmak cazip gelmiştir. Ya da  Yılmaz’ın dediği gibi “Şairdim, iş icabı seviyordum seni” lafına çok takılıp, kendi uğruna yazıldığında nesne gibi görülmekten mi korkmuştur? Sanırım C.Y’nin dediği sigara meselesinin ilk evresini yaşamayı kabul edilemez olarak görmüştür. 1’in büyüklüğünün yanına Elif’in asaletini getirmek yerine, Sıfır’ın çukuruna kendini atıp var olmanın hüznünü yaşadığı belli ama. Başka ne gibi bir açıklaması olabilir ki düşünmemenin? Lan, beton traversler bile raylar aracılığıyla birlikte durabiliyorlar. Duvar, pencereyi kabul ederek duruşunu güçlendiriyor. O anca çakıl taşları gibi araya bir şeyler koyup, yalnızlığın dibine dem vuruyor!
Yalnızlığın bir düşüncesizliğe anlatılamayacağını görünce, buraya gelme amacını hatırladı. Karar veremediğine karar verdi. Anlatmayı beceremeyecekti, denemenin verdiği mutluluğu da bilmeyecekti.
Yine olmadı ya. Yine. Düşünürken bile kendine anlatamadı, karşısında susarken nasıl olacaktı?
Raylardan doğruldu. Çakıl taşlarının birini uzağa fırlattı. Kimsesiz rüzgarla tekrar tanışıp barınağının yolunu tuttu.

12 Mayıs 2013 Pazar

1+1=1


Oturmak için vakit geç değildi. Evine gidebilmesi için biraz daha yürümesi gerekiyordu nasılsa. Çoğunlukla yaptığı gibi yürüme eylemine ara vermek için nezih fakat hareketli bir mekan arıyordu, kendisine kısmen isyan eden, bulunduğu kırmızılık için acı vererek gözyaşının sadece duygulanıldığı zaman ortaya çıkan yaygın tezini çürütüyordu, devinimliği ve izleri inceleyen gözleri. Neşe duydu bir ani bir ses onu mutlu etti. Sesin geldiği yöne bakarken yüzünde anlamsız bir tebessüm vardı. Ebeveynlerin bir kaçış olarak gördüğü – ki buna dinlenme de diyebiliriz- , hayata yeni yeni alışan, kendini ve etrafını tanımaya çalışan tatlı tatlı çocukların mutlu kahkahalarının olduğu bir yer vardı baktığı yerde. Park. Bir çocuk parkı. Heyecanlı fakat sakin, meraklı ama bir o kadar da yumuşak adımlarla sanki o an için rezerve edilmiş bir bank, bir kendi kendine konuşmanın dayanağı olan yere doğru adımlıyordu hayatı.
Yürüdü tahta varlığın önünde belirene kadar. Esintiyi hissetmek için ceketini çıkardı. Koymak için düzeltirken banktaki çentikleri fark etti.  Birkaçını incelemek için girintileri görecek şekilde meyillenerek oturdu. Acaba sıradan mıydı bu izler, bu derinlere işlenen oluklar? Gözleriyle okşar misali bir gezinti yaptı çentiklerde. Dikkatini çeken garip bir şey vardı. Garip, mantıksız gelen. Sonradan anlayacağını, aslında mükemmel bir işlem hatası olduğunu bilmeden dikkatle incelemeye koyuldu.
1+1=1 yazıyordu.
Bulunduğu yeri bu kadar benimseyen, bu izden bu kadar memnun olan bir girinti, sanırım rastlanırdı. Ne anlam ifade ediyordu acaba oraya onu işleyen(ler) için, hangi fark edilmeyen gerçeği gün yüzüne çıkarıyordu?
Bunu düşünürken bulunduğu yere baktı. İç ısıtan kahkahaların, neşe getiren şeylerin en çok bulunduğu yerdeydi muhtemelen. Birbirini tanımayan ufaklıklar, birbirleriyle bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Eğleniyorlardı, ilk defa karşılaşmış olmanın verdiği şaşkınlığı bilmeyerek. Biri eline aldığı küreğe kumları doldurmaya çalışıyor, öteki ise sanki tamamlanması gerektiğini biliyormuş gibi kovayı tutuyordu. Bir olmanın getirisi, mutluluk, yüzlerine işlemişti.
Bu kadar belirgin olanı nasıl görememişti? Bilim, matematik ona nasıl ihanet ederdi? 2 diye öğrettikleri sonucun burada bir geçerliliği yoktu. 1, asal sayı bile olmayı beceremeyen, çarpmanın etkisiz elemanı, toplamanın yarısı imiş meğer. Buraya oturan çift, bir olmayı anlatıyormuş, bilime en aykırı şekilde. Bulundukları şekli, mevcudiyeti inkar eden ikili, sonucu “1” yapmıştı, anlam ifade eden ilk sayıyı, tek sayıyı kullanarak.
Hem bu işlemi anlamış olmanın verdiği mutluluk, hem de ufaklıkların insanı yaşadığına inandıran sesleriyle evine doğru yol almak için doğruldu. Ceketini giydi. Çoğu birlikteliğe ibret olması gereken işlem sonucunu kavramıştı, aslında amacı başka olan parkta.
1’in öteki yarısının istediğini yerine getirmek için manavın yolunu tuttu. 

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Katil

Hislerin manyetik alanı var mıdır? Öğrendiğin, kavramaya çabaladığın fiziksel olayların mental hayatında yeri ne kadardır? Bir soru daha lazım. Varlığını hissettirmeye çalışan berrak yüzlü şahsın kıskançlığı pardon güveni ne kadardır?
Sinek vızıltısının bile tüyler ürpertici olduğu bir sessizlik vardı klasik duvarlar arasına girdiğinde. Evde oksijen yüzdesini değiştiren bir yoldaş hissetmenin verdiği tebessümle, basit bir Çin felsefesini hatırladı ansızın. Profesör katil olduğunu mu düşlüyordu, yoksa katil bir profesör olduğunu mu varsayıyordu?
Kül tablasının hislere ara veren izmarit tutmacına yeni bir anlam daha yüklenecekti besbelli. Masaya baktı, külleri etrafına saçmış, hislerden muzdarip bir küllük, çoğu şeyin (genelde yalnızlık) başlangıcını içeren, kendini temsil ettiğini düşündüren bir çakmak, görevine başlamamış bir kaç cigara tanesi. Bir de hafifletici bir sıcaklık tabiki. Bazen monolog bazen de diyalog ilerleticisi olan, rengini rivayetlere göre Nur'dan ya da Tan Kızıllığından alan, emek işlenmiş bir çay bardağı.
İlk nefesle ilk soruyu düşündü, profesör katilse? O zaman farkında olunan bir bilinmezlik olurdu. En basitinden yalan olduğunu görürsün ilk baktığın kısımda, ilk şeyde. Normalde mevcut olduğu varsayılan fakat sadece bir kandırmacadan ibaret sahte sevgi, kişiliksiz aşk. Varlığını paylaştığın insanın Sahteliğini ele alırsın. Eğer profesör katilse, sana olmadığı bir katledici gibi hislerini yok etmeye, kendi etkisi altına almaya çalışıyor demektir. Kendisinin bile olmayı beceremediği, sadece bir düş olarak inandırmaya çalıştığı Şey, aslında bir sahtekarlıktan ibaretse, temelinde güven sorunu ve kaybetme korkusu yatan kıskançlık ortaya çıkar. Karşısındakini tam olarak etkileyebilmeli ki sahte benliğini gerçek katledicilere kaptırmasın. 
Ya tam tersiyse? Yani katil olduğunu düşleyen bir eğitmen değil de eğitmen olduğunu varsayan bir katil ise?
Bu da çok tehlikeli. Sana istediğin gibi görünmeye çalışan, alnına çizdiği Q harfini karşısındakini düşünerek onun okuyabileceği gibi çizen, iknatörlükte en iyi olmayı amaçladığı için Sahtekarlığın bütün oyunlarını bilen biri ise? Oyunu yine kaybettik. İki varsayım da güven sorunlarının, yitirme korkusunun, sahip olma (yanında olmak değil!) isteğinin getirdiği kıskançlığın etkisini görüyorsun. Kıskançkıkla ne alakası mı var? Eğer seni yitirmekten(kaybetmekten) korkmasaydı, hiç bir şekilde varsayımlara dayalı, olduğu (aslında olmadığı) gibi görünemeyen bir insan tablosu çizmeye çalışmazdı. Ve yine de bir konuda haklısın. Yalan söylemediğini sadece gözlerinden anlayabilirsin...
Uçuşan küller arasından, kardeşlerine yeni bir cigara tanesi eşlik etti, yaşamını paylaştığı gelen kişiden gelen içine dokunan ses ile birlikte ;
-Yine ilk sigaranı bitirip bardağını soğuttun di mi?
Tebessüm etti, cigarasını söndürdü. Mutlu bardağın tekrarlanması için doğruluğundan şüphe etmediği gözlere baktı. Masaya giden eli bardakla geri dönüyordu..

Mola

Güneş şehri terketmeye başladığında hafiften bir esinti eşlik etmişti buna. Sigarasını yakarken hissettiği bu rüzgar, alevi bir nebze daha anlamlı hale getirmişti. Alıştığı yeri yadırgamayan tek şeydi sanırım sigara (izmarit) tanesi. Hiçbir zaman ilgisiz bırakmaz, tek başınalığın oluşturduğu farkındalığı en ücra köşelerine kadar hissettirirdi içine çektiği ilk nefes, ilk öldürücü darbe. Hislerini sigaraya atan ilk bulutumsu şey dışarı çıktığında sıradan ama bir o kadar da mükemmel bir tablo ile karşılaşmıştı. Sokak lambası güneşin işini devralmaya başlamış, vazifesini itina ile yerine getirmeye çalışıyordu. Işığın altında ilk beliren şey kiminin hayallerindeki bir mekan, bazısının ekmek kapısı, birkaçı için de manalı bir tablo oluşturan, devam etmekte olan bir inşaatın muhtemelen misafir odası kısmıydı. 
O kadar boş adamdı ki yaptığı şey, ateşi çekip umutları ya da hayalleri izlemekti.
Sigarasını yudumlamaya ince bir tebessümle devam etti, tabi bir taraftan da ışığın altındaki hareketliliği izliyordu. 
Tuğlanın üstüne harcı koyan usta, diğer tuğlayı bunun üzerine tutturuyordu. Aynı da olsalar, aynı yerden de gelseler bir daha asla birleşemeyeceklerdi. Kavuşamayan kırmızı, kısmi (bazılarında) hasarlı, dayanıklı tuğlalar. Çok ilginç geldi bu düşünce O'na, sigaranın ortalarına vardığında. Burda da mı ayrılık görür insan, böyle bir olayda bile bu yaşanır mıydı?
Bir anlık durdurdu karşısındaki hareketliliği, dondurmasını yiyen pembe giymiş kız çocuğunu, mısır satan adamı, çay muhabbeti yapan insanları, ortamın temiz kalmasını sağlayan belediye işçisini. Herkes durdu, her.şey durdu. Ayrılığın verdiği 'şey' ile durdurmuştu her yeri. Sadece tek bir şeyi hızlandırdı bilincinde. Ustanın ilerlemesini. Duvar yapımı bitti önce(ne kadar kavuşamasalar da). İlerledikçe istediği bir şeyin oluştuğunu fark etti. Üstüne gelen, çatlamış yerlerini kapatan bir şey olmuştu tuğlanın. O'na yeni bir renk geldi artık. Bir şeylerin dışının değişebildiğini, aynı kalan fikirleriyle anladı. Bir nokta daha vardı tabi atlanılmaması gereken. Dolaylı yoldan da olsa aynı renge bürünmüştü istediği ile. Bir bağ oluşmuştu, garip bir oluşum sayesinde. 
Yakın iken uzak kalmak ne kadar aşikar olsa da bir umut beslenmeli diye düşündü, izmaritinin son deminde. Umut fakirin ekmeği idi. Sadece bu kadar.
Sigara molası bitmişti artık, normal bir hayata yeniden karışmak için yerinden doğruldu, el ele dolaşan çiftlerin arasından, pembeli çocuğun saçını okşayarak sıradanlığına devam etti.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Dışardan Bakınca

Bazen herşey mutlu bir tablo çizmek içindir. Ya içinde olmayı seçersin o ilginç karenin, ya da dışındalığın getirdiği o farkındalıkla o tablonun görünmeyen, kimsenin umursamadığı sadece ortaya çıkardığın, muhtemelen milisaniyelik bir tebessüm için onları birleştiren kişinin yerinde olmayı seçersin. 
Mutluluğun tablosu yapılabilir şeylerden midir? Sanatkar mutluluğu resmederken ne kadar gerçek kalabilir? Benliğini gizleyerek, öteki olarak bir tabloyu, sadece iç ısıtan tebessümle ne kadar anlatabilir? İçindekileri arka plana aktarmak için kaç kuru kalem ya da havada asılı kalmış toz zerrecikleri gerekir?
Ortaya çıkan şeylerin sadece o tebessüm için olduğuna inanıyorsan, yanılıyorsun! Yüreği gülen insanın mutluluğunu anlamak için ayağındaki çamura bakmazsın. Senin için sadece yüz kaslarının doğru çalışması anlamını ifade eden Şey, öteki insanlar için ne ifade ediyor, bunu içine bakmadan anlayamazsın.
Mutluluk, herkesin yaşama hakkıyla elde ettiği ilk şey olarak, hayatta bulunabilmesi en zor şey olmuştur bana göre. Duydukların, gördüklerin arttıkça, beyin kıvrımların işledikçe mutlu olma katsayın azalır. Standart sapmanın bu kadar etki edebileceği bir mutluluk düşünebilir misin? Çocuklar neden bu kadar mutlu, şimdi daha iyi anlıyorsun. Bilmezler öteki olmak ne ifade eder, bilmedikleri için mutludurlar. Cehalet, işte bu yüzden erdemdir. 
Ha, bir de Aşk var tabi. Böyle önemli bir konuyu nasıl atlayabilirim ki? Seni mutlu edecek tek şeyin bu olduğuna inandığın için aslında bu kısmı bekliyorsun. Aşk.
Aşk mutluluk getirir mi? Aradığına bağlı bir Şey'dir bence bu. Olduğu gibi kabul etmek yerine kendin oluşturursan mutlu olamazsın. Yalın bir anlatım yerine üstün tasvirler tercih ederek sürekli devam edemezsin. İçtenliğini anlatmak için susarsın. Diyemezsin ki, bir sınavda 'Aşk nedir?' şeklinde tek soru olsa, senin adını yazarım. Çan eğrisi uygulansa bütün Aşklar sınıfta kalır diyemezsin. Diyemezsin, geceler bu Aşkı kaldırabilecek kadar paranoyak değilken neden tek başıma bırakıyorsun beni, diyemezsin. Bunu dillendiremediğin için susarsın, içten olduğunu düşünerek. 
Üstünde toz zerrecikleri bulunan siyah kalem çok anlam ifade eder. Yine de bir kalemdir, değil mi? Aşk, sana Tac Mahal'i yaptırsa bile, yalın halde bir Aşk'ı temsil eder, değil mi?