17 Eylül 2013 Salı

Flaubert , Borges vs..

Sıradan, standart olayların vuku bulduğu bir gündü sayın bilinmeyen okurum. Ortaya baktığında kimsenin sesini bile çıkarmadığı, bildiğin tipik bir gün işte. Size de neden bahsediyorsam bunlardan, aslında bir fikrim de yok. Neden “sen” değil de “siz” kullandın diye soracak olursunuz siz muhtemelen, sormasanız da ben açıklayayım. Ben, kendime “siz” diye hitap ederim, sevdiğim bir abinin de söylediği gibi. Saygınlığın ilk kuralı budur. Kendinizle aranıza mesafe koymazsanız, başkalarından da bunu bekleyemezsiniz.
Aslında istediğim bir giriş cümlesi idi. Ne kadar cümle olmaya hak kazanamasak da sizinle tanışmış olduk. Neyse. Başlangıçta hep böyle olur, siz de bilirsiniz. En son ne zaman bilemediniz ki? Bir masaya oturduğunuzda, aslında kasıt olunan şeyin sandalye olduğunu biliyorsunuz mesela, ortaya bir laf atsak da iki muhabbet etsek diye çabalayıp durduğunuz bir vakitten bahsediyorum. Bazen emek sarf ettiğiniz, oluşturmaya çabaladığınız bu sohbetin kişisinin yirmiye kadar saymak için çoraplarını çıkaran kişi olduğunu fark edersiniz. Konumuzla da alakası yoktu ama söylemesem çatlardım muhtemelen.
Yazıyı da buraya kadar nasıl okudunuz, nasıl tahammül ettiniz bana bilemiyorum. Muhtemelen (bunu da çokça kullandım) okumadınız da. Ben de karmaşık bir şeyi anlatmaya çabalayacaktım ama daha giriş için bir cümle bulamadım. Aslında roman gibi giriş, gelişme ve sonuç olacaktı sayın bilinmeyen okurum ama gördünüz ki hiçbir şeyle ilgilenemedik.

Mühim değil, gelecek sefere okurum, gelecek sefere…