Dokunmaktan bahsediyorum burada. Buraya, evet tam olarak;
dirseğim ile pazularımın birleştiği, tatlısu ile tuzlusuyun birleştiği, fakat
birbirlerine karışmadığı yere. İlk ressam-insanın mağaralara çizmek
zorundalığını hissettiren; elindeki ilkel kalemvari varlık ile mağarasının
duvarına şekilleri sonsuza kadar kaydedip saklayarak, onları tanrısal bir güç
ile tutsak alma fikrinin gelip çattığı andaki dokunma hissiyatı. Elini yakan
fakat ağzında kolayca dayanabileceğin sıcaklık veren bir his. Oysa çok masumane
bir fikirdir bu, dokunabilmek. İnsan inandığı her ne ise ona dokunabilir mi?
Sen inandığın yaratıcıya dokunabiliyor musun? Görmeden inandık, dokunmadan
tapabiliriz. Evet, varlığımızdan haberi bile olmadan bir kadını da sevebiliriz.
Çok acımasızcadır fakat yapabileceğin en son şeydir yazmak; ona yazmak(!), zarf
atmak, açıklamak, bahsetmek, başlamak ve bitirmek. Neden sevgi ile ilgili her
şey edebiyat (yazı yazmak) ile ilgili ki? Bence onlara dokunamadığım için,
çünkü biliyorum ki; üzerinde elini gezdirmek dokunmak değildir. Yazıların
bağırdığını gördüğümden beri yazara ve elinde kalem olan her şeye saygılıyım.
Şimdi sen burada yazarın aklından geçen tamamen aşktır desen, yanılırsın. Çünkü
burada bahsettiğim şey; gecenin bir vakti aklımdan geçen, aslında geçemeyen
sıkışıp kalmış bir fikir bu, yalnızlık gibi görünüp fakat benim metabolizmama (insan-
humanbeing) sahip bir varlığın eksikliğini hissettiren, dokunamamanın vücutta
yarattığı etkiye verilen o kimyasal tepkidir. Aslında fonda çalan şarkı öyle
bir dokunur ki; yediğin yumruk değil, midene bir kelebek istilasıdır, evet dostum
dokunmak aslında gözle de, kulakla da olur, sadece nasıl hissetirdiğini
bilmelisin.
Eskilerden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder